Uyarı: Bu yazıda geçen yıl “Netflix’te” gösterime giren “The Redeem Team” belgeseli hakkındaki fikirlerimi paylaşacağım. Dolayısıyla karşınıza pek çok “spoiler” çıkabilir.
2002 yazı, Türk sporunun altın yazıydı desem herhâlde abartmam. Türk Milli Futbol Takımı’nın Dünya Kupası üçüncülüğünü bugün bile coşkuyla anımsarım. Heyecanla geçen Haziran’ın ardından Ağustos sonunu ve elbette Eylül’ü de iple çekmeye başlamıştım. EuroBasket 2001’de gelen gümüş madalya, futbol milli takımının ardından 12 Dev Adam’ın dünya kupası maçlarını da umutla beklememe sebep olmuştu. Son derece kabiliyetli 1979-80 jenerasyonunun uluslararası platformda bir kere daha kürsüye çıkacağına inancım tamdı. Ancak Indianapolis’teki turnuva büyük bir hayal kırıklığına dönüştü. Hayal kırıklığına uğrayan yalnızca Türk basketbolseverler değildi. Amerikan basketbol kamuoyu da kendi milli takımının Indianapolis performansından epey rahatsızdı. Bunda da açıkçası haklıydı.
Amerika’nın basketboldaki ulusal hüsranı sanıldığı gibi 2004’te değil, 2002’de başladı. Fakat 2004’deki hüsran çok daha heybetli oldu çünkü Atina’daki kadro 2002’deki kadroya göre çok daha iddialıydı. Hatta o Amerika, olimpiyatlardan önce Türkiye’yle İbrahim Kutluay’ın yıldızlaştığı 2 hazırlık maçı da yaptı. Çaylak sezonunu henüz bitiren LeBron, Melo ve Wade’in yanında tecrübeli Iverson, Duncan ve Marbury de mili takımın formasını giyiyordu. Gelgelelim, 2004 Olimpiyatları’nda Amerika bronz madalyayla yetinmek zorunda kaldı. 2006 Dünya Şampiyonası’nda da yine üçüncülükten öteye geçemedi. Larry Brown’dan sonra büyük ümitlerle takımın başına getirilen Mike Krzyzewski de ilk sınavında çare olamadı. Sıradaki hedef 2008 Pekin Olimpiyatları’ydı. Kadroda pek çok genç NBA yıldızı bulunuyordu. Zafere ulaşmak için bu genç yeteneklere “hırslı, lider karakterli ve şampiyon bir ağabey” gerekiyordu. 2008 senesinde bu özellikleri taşıyan bir basketbolcudan laf açıldığında akla gelen ilk isim şüphesiz ki Kobe Bryant’tı.
Aslında 2008 yazı Kobe için pek de iyi başlamadı. Lakers, 2004’ün ardından bir kere daha finale kaldı, ancak bu sefer de ezeli rakibi Celtics’e boyun eğdi. Pekin’deki turnuva Kobe adına da yeni bir meydan okuma ve tazelenme süreciydi. Nitekim, milli takım kampında kazanma arzusunu tüm takım arkadaşlarına profesyonelce aşıladı. LeBron, Wade ve Melo sabah idmanından önce uykulu gözlerle kahvaltıya indiğinde Kobe çoktan bireysel idmanını tamamlamış, duş almaya hazırlanıyordu. Kobe’nin bu örnek iş ahlâkını gören takım arkadaşları da çok geçmeden ona uyum sağladı. Bundan böyle takımdaki her oyuncu ekstra çalışmaya gayret gösteriyor, ağırlık idmanlarını da daha titiz yapıyordu. Takım antrenmanlarında ise disiplin had safhadaydı. Kobe’nin organizasyona getirdiği “ciddiyet” 1992’nin ardından 2008’de de Amerika’yı namağlup altın madalyaya taşıdı. Gruptaki maçının hemen başında Kobe’nin Lakers’tan takım arkadaşı olan Pau Gasol’u sert bir dirsek darbesiyle yere düşürmesi, zafere giden yolun herhâlde en “ciddi” sembolüydü.
Belgesel, Amerikan basketbolunun uluslararası serüvenini ve bu serüven boyunca geçirdiği dönüşümü ustalıkla işliyor. Bunu yaparken adından da anlaşılacağı üzere “2008 Olimpiyatları’nı” ve “Redeem Team’i” mercek altına alıyor. Film, Kobe Bryant’ın konuşmasıyla açılıyor. Filmin devamında da sık sık Kobe’nin ne kadar özel bir sporcu olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla bu yapım, aynı zamanda rahmetli Kobe’ye bir minnet ve saygı niteliği taşıyor. Belgeseli seyrederken emektar koç Doug Collins’in 1972 Münih Olimpiyatları’nın finalinde yaşadığı trajik mağlubiyeti yeni nesil Amerikalı basketbolcularla paylaşmasını çok etkileyici buldum. Collins’in oyuncularla kurduğu duygudaşlığın da zirveye giden yolculukta yadsınamaz payı olduğunu düşünüyorum. Chris Bosh’un tanık olduğu olayları anlatırken takındığı surat ifadelerini görmek de sahiden çok eğlenceliydi. O jest ve mimiklerle çok seçkin bir komedi aktörü olabilir. Belgeselde kendi adıma hoşuma gitmeyen tek unsur, Krzyzewski’nin askeri geçmişinden hareketle Irak Savaşı’na yapılan göndermeydi.
“Dream Team” ve “Redeem Team” basketbolseverler arasında bugün bile kıyaslanır. Hangisinin daha iyi olduğu, basketbolseverin kendisine kalmış. Ancak Amerikalılar için 1992’nin “rüyayı”, 2008’in ise “o rüyanın geri dönüşünü” simgelediği kesin. 2008’in bir başka özel yanı da Amerika-İspanya düellosunun basketbol tarihinin seyir zevki en yüksek karşılaşmalarından biri olması. Bu epik finali bir kere daha izlesem iyi olacak. Zaten epeydir aklımdaydı…