Başlığa bakıp şaşırabilirsiniz ama Fenerbahçe Beko’nun geride bıraktığımız sezonu tam olarak böyleydi. EuroLeague’e pek de umduğu gibi başlayamayan sarı lacivertliler, birkaç hafta sonra kendine geldi ve seri galibiyetlerle rakiplerinin çekindiği dişli bir takıma dönüştü.
Mart ayı ise Fenerbahçe Beko için kabustan farksızdı. EuroLeague yönetiminin, Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşı gerekçe göstererek Rus temsilcilerini ligden men etmesi, bununla birlikte A lisansına sahip kulüplerin oylamasıyla Rus ekiplerine karşı alınan galibiyetlerin geçersiz sayılması, Fenerbahçe Beko’nun EuroLeague performansını epey olumsuz etkiledi.
Nando’nun ve Vesely’nin sakatlıktan dönüşü de Fenerbahçe Beko’yu canlandırmaya yetmedi. Mart’a kadar play-off iddiasını güçlü bir şekilde koruyan Fenerbahçe Beko, bu tarihten itibaren önceki paragrafta değindiğim bir dizi talihsizliğin de etkisiyle gittikçe irtifa kaybetti ve ilk sekizin dışında kaldı. Bu sonuçtan dolayı Djordjevic sezon başında olduğu gibi yine eleştiri oklarının odağı hâline geldi.
Ne kadar tecrübeli olursanız olun; bir antrenörün bu kadar baskı altındayken oyuncularını yeniden büyük bir hedefe ikna edebilmesi sahiden çok zordur. Djordjevic, kulübündeki geleceği tartışmalıyken, hatta sezon sonunda kendisiyle devam edilmeyeceğini de muhtemelen biliyorken ciddiyetini ve konsantrasyonunu hiç yitirmedi.
Deneyimli koç, Anadolu Efes’in zorlu EuroLeague yolculuğundan gelen yıpranmışlığını çok iyi değerlendirdi. Fenerbahçe Beko, Larkin’le Micic’i tepede ve kanatlarda yaptığı baskılı savunmayla oldukça yordu. Henry’nin ve Şehmus’un savunmadaki dinamizmi, Larkin ve Micic başta olmak üzere Anadolu Efes kısalarının potaya ataklarını sınırlandırdı.
Anadolu Efes’in skorer gardlarına dayalı yüksek potansiyelli hücum düzenini ve Larkin ile Micic’in bu düzendeki önemini düşündüğümüzde Fenerbahçe Beko’nun ikili sıkıştırmalarla bezeli bu agresif defansının değeri daha net anlaşılıyor. Fenerbahçe Beko’yu BSL şampiyonluğuna taşıyan başat faktörlerden biri de Larkin’le Micic’in ritim bulmasını engelleyen bu savunma caydırıcılığı oldu.
Üst üste 2 defa Avrupa’nın zirvesine çıkan Anadolu Efes’i geçerek lig şampiyonu olmak hiç de kolay değil. Üstelik Ergin Ataman’ın çalıştırdığı Anadolu Efes’le Fenerbahçe Beko arasındaki sayısız gerilimle dolu çetin rekabet düşünüldüğünde Djordjevic’in görkemli eseri, Fenerbahçe camiası adına daha da büyüleyici bir başarıya evriliyor.
Evet, Djordjevic’in koçluğu birçok yönden eleştirilebilir. Çift uzuna dayalı basketbolda bu denli ısrar etmesi demode bulunabilir. Üç sayılık tercihlerin gittikçe popülerleştiği günümüz basketbolunda Polonara gibi etkili bir şutör uzunu sezon başında görece az kullanması tenkit edilebilir. Benzer örnekleri çoğaltabiliriz.
Ancak şurası açık ki Djordjevic Fenerbahçe Beko’ya kolay teslim olmayan savaşçı bir kimlik aşıladı. Fenerbahçe Beko, oyununun modern basketbolla uyuşmayan yanlarına rağmen bu sayede EuroLeague’de play-off potasına girdi. Malum aksilikler olmasa belki bir dörtlü final heyecanı daha yaşayacaktı. Türkiye şampiyonluğunu da aynı azmin ve mücadeleciliğin ürünü olarak değerlendirebiliriz.
Djordjevic, tıpkı Virtus Bologna’dan ayrılırken yaptığı gibi bir kere daha favoriyi mağlup ederek lig zaferi yaşadı. Tabiri caizse kazanarak veda etti. Zaten 30 yıl önce Abdi İpekçi’de iki sayılık basketle maçı uzatmaya götürmek yerine korkusuzca üçlüğü atıp Partizan’a kupayı getiren de kendisi değil miydi?
Djordjevic’in oynattığı basketbolu beğenmeyebiliriz ama bu oyunu kazanmak için elinden geleni yaptığını hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Formayla da böyleydi, takım elbiseyle kenarda dururken de böyle.